Tarihin tozlu sayfaları arasında unutulan ama ülkeleri ve insanlığın geleceği için kendilerini adamış olan kadınlarda Jeanne d’Arc ve Marie Curie’yi işlemiştik. 1. bölüme buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Şimdiyse sizleri diğer sayfalara geçiş yaparak Marie Antoinette ve Rosa Parks ile buluşturacağız. Adlarından daha çok söz etmek dileğiyle…
Marie Antoinette
Kutsal Roma İmparator'u I. Franz ve Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa'nın kızı olan Marie Antoinette, 2 Kasım 1755'te başkent Viyana'da dünyaya geldi. Doğduğu dönemde Avrupa'da monarşiler sorgulanmaya başlamıştı bile. Bu durum birçok isyana ve savaşa yol açtı. Tüm bunların üstüne büyük devletler de birbirleri ile çekişiyorlardı. Bu çekişmeler sonucunda Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu Ekslaşapel Antlaşması'nı imzaladılar. Bu ittifağı güçlendirmek için de bir kraliyet evliliğini uygun gördüler.
Dönem şartları nedeniyle salgın hastalıklar saraylarda bile görülmekteydi. Bu salgınlardan birinde iki ablasını kaybeden Marie, evin en büyük kızı olarak 14 yaşında Louise-Auguste ile nişanlandı. Ailesi politik bir hamle yaparak Viyana'da bir düğün düzenledi. Bu düğünün amacı Marie'nin sınırı yabancı bir Avusturya Arşüdükesi olarak değil de bir Fransız Döfnes'i -veliahtlık ünvanı- olarak geçmesidir. Formaliteleri bitirdiklerinde ise ailesinin yanından ayrılıp Versay Sarayı'na doğru yola çıkmıştı.
Veliahtlığı sürecinde hiçbir siyasi olaya karışmamış, aksine ev özlemi çekerek melankolik bir havada yaşamını sürdürmüştür. Aynı zamanda evliliklerinde çocuk sahibi olamayınca hakkında söylentiler bile çıkmıştır. 7 yılın ardından çocuk sahibi olan Marie, çocuğunu dünyaya getirdi ama o bile neşesini tam olarak yerine getiremedi. XV. Louise'in ölümü üzerine kocası tahta çıkınca kendisi de kraliçe olmuştur.
Taç giyme töreni büyük bir etkinlikti. Ülkenin ekonomik sıkıntıları gözardı edilerek büyük harcamalar yapılan bu etkinlikte kraliçenin kıyafetinin bile 7 bin livre olduğu söylenmekteydi. Bu halkı rahatsız etse de çoğunluk sesini çıkaramadı. İlerleyen günlerde bir varis doğuramadığından dolayı halk tarafından kötü laflara maruz kalmıştır. Bunun sonucunda depresyona giren kraliçe, çareyi çay partileri düzenlemekte ve para harcamakta bulmuş; bunun yanı sıra kendi arkadaşlarını başkalarının mevkilerine atamaya başlamıştı. Bu durum bazı aristokratların bile canını sıkmaya başlamıştı. Bahçe dekoru, kumar partileri derken iş, ülkenin iflasına kadar ilerledi. Bunun yanında kendisine atılan cinsel içerikli iftiralardan dolayı halkın gözündeki popülerliği yerle bir olmuştu.
Birkaç sene sonra bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Her ne kadar saray ahalisi ve halk bir erkek varis istese de varis varisti sonuçta. Bunu takiben üç çocuğa daha sahip olan Marie, eski toyluğundan uzaklaşmaya ve daha az müsrif olmaya başladı. Hatta kendisine hediye olarak alınacak olan bir elmas gerdanlığı bile kraliyet donanmasının ihtiyaçları için reddetti. Tabii ki bu olay da politik bir krize yol açtı. Bu da yetmezmiş gibi Marie'nin en küçük kızı doğum gününden önce vefat etmiş, büyük oğluna tüberküloz teşhisi koyulmuştu. Bu olaylar Marie'nin psikolojik dünyasına büyük bir etkide bulundu.
Her ne kadar sarayda harcamalar kısıtlansa da ekonomik kriz baş gösterdi. Bunun üzerine kral, önce Soylu Meclisi'ni topladı. Bu meclisten herhangi bir sonuç alınamayınca Sınıflar Meclisi'ni topladı. Bu meclis en son yüzyıl önce toplanmıştı. Ancak tüm bu politik hamleler sadece tansiyonun artmasına neden oldu. Saraydaki birkaç görev değişikliği nedeni ile halk askeri bir müdahale olacağı konusunda endişelendi ve geri çekildi.
Bu geri çekilme uzun sürmedi. 14 Temmuz 1789'da, Bastil Hapisanesi'ne bir baskın düzenlendi ve mahkumlar serbest bırakıldı. Bazı soylular çoktan ülkeyi terketmişti bile. Marie'de başkentte kalmak istemiyordu ancak kral sarayda kalma emrini verdi. Kraliçe de bu karara karşı çıkamadı.
Bir süre sonra Versay Sarayı'na yürüyen kalabalık bir grup sarayı kuşattı. Ardından avluda kraliçeye balkona çıkmasını söylediler. Dakikalarca namlunun ucunda hareket etmeden bekleyen kraliçe büyük bir cesaret örneği gösterdi ve halk tarafından takdir edildi. Kısa süre sonra kral Paris'e dönmeye zorlandı ve yarı tutuklu hayatı yaşamaya başladı.
Her ne kadar kendisi halkın bir kısımı tarafından sevilse de kocasının yürüttüğü yanlış politikalar nedeni ile durum daha da kötüleşti. İsyandan devrime doğru yol alınan bu duruma tarih "Fransız Devrimi" adı verecekti. Devrim sırasında monarşiyi fesheden devrimciler her gün onlarca monarşi yanlısını giyotinle idam ediyordu. Zindanda bekleyen Marie zaman içinde kendi adıyla anılacak "Marie Antoinette Sendromu" nedeni ile saçları beyazladı. Bekleyişinin ardından taraflı bir mahkemece yargılandı ve suçlu bulunarak idam edildi.
Her ne kadar "Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler" lafı bu tarihi figürle özdeşleşmiş olsa da bu sözü söylediğinin herhangi bir kanıtı yoktur. Hatta o cümlenin aslı bile gerçek değildir. Aslı "Ekmek bulamıyorlarsa brioche yesinler"dir. Brioche yüksek miktarda yumurta ve yağ içeren bir ekmek türüdür.
Rosa Parks
Tam adı Rosa Louise Parks olan bu kadın 4 Şubat 1913'te Tuskegee, Alabama'da doğdu. Ailesi o 2 yaşındayken ayrıldı. Dedesi ve büyükannesi eskiden köle olduklarından dolayı ev ortamında ırksal eşitliği savunma konusunda konuşuluyordu. Dönemin şartlarında, Amerika'da ırkçılık çok yaygın bir ideolojiydi. Bunun yanı sıra yasal olarak kölelik kaldırılmış olsa da siyahilerin çalışma şartları her açıdan beyazlardan daha kötüydü. Böyle bir dönemde siyahi bir ailede doğan Rosa, çocukluğunda bile bu ayrımcılığı iliklerine kadar hissetti. Bu deneyimlerden biri ise Amerika'da siyahi karşıtı bir grup olan Ku Klux Klanı'nın birkaç üyesinin evinin önünde silahlar ile beklemesidir.
Ailesine ekonomik açıdan yardım edebilmek için okulu bırakan Rosa, uzun bir süre eğitim hayatına ara verdi. Montgomery'de bir giyim firması için çalışmaya başlayan Rosa, 1932'de, 19 yaşında iken Raymond Parks isimli bir berber ile tanıştı ve evlendiler. Kocasının desteği ile liseyi bitiren Rosa, kocasının da üyesi olduğu NAACP'ne, bir eşitlik örgütüne, üye oldu.
Dönemin şartlarında beyazlar ve siyahlar otobüslere farklı kapılardan biniyor ve farklı yerlere oturuyorlardı. Tüm bunların yanı sıra bir beyaz oturmak istediğinde siyahi bir bireyin yerini alabiliyordu. 1 Aralık 1955 günü Rosa, iş çıkışında her zaman bindiği otobüse binerek evine gitmekteydi. Kendisi oturacak bir yer buldu ancak birkaç durak sonra otobüse beyaz yolcular binmeye devam etti. Bu durumu gören otobüs şoförü siyahlar ile beyazları ayıran çizgiyi geriye alarak 4 siyahi yolcunun yerinden vazgeçmesini istedi. Bu kişilerden biri olan Rosa, bu isteği reddetti ve sürücü polisi çağırdı. Bunun üzerine tutuklanıp kefaletle serbest bırakıldı.
Bunun ardından NAACP'nin başkanı Nixon, 5 Aralık'tan itibaren siyahilere toplu taşımayı protesto etmelerini istedi. Bu protesto kısa sürede boykota dönüştü. Binlerce siyahi, yalnızca siyahilerin kullandığı araçlara binerek şehri protesto etmeye başladılar ve tüm baskılara rağmen protesto bir yıldan uzun sürdü. Bu baskılar da küçük şeyler değildi: Evlerin, kiliselerin yakılması ve darplara kadar varan baskılar... 13 Kasım 1956'da Amerika Yüksek Mahkemesi bu durumun ülke çapına yayılmadan engellenmesi adına toplu taşımada bu ayrımcılığa neden olan yasayı yürürlükten kaldırdı.
Bu süreç Rosa Parks ve ailesi için de zorlu geçti. İş bulamayıp sonunda Montgomery'den ayrıldılar ve Parks'ın annesiyle birlikte Detroit, Michigan'a taşındılar. Orada, Parks ABD Temsilcisi John Conyer'in kongre ofisinde sekreter ve resepsiyonist olarak çalışarak kendine yeni bir hayat kurdu. Ayrıca Amerika Planlı Ebeveynlik Federasyonu yönetim kurulunda görev yaptı.
1987 yılında uzun süredir arkadaşı olan Elaine Eason Steele ile birlikte Parks, Rosa ve Raymond Parks Kişisel Gelişim Enstitüsü'nü kurdu. 1999'da Time dergisince 20. yüzyılın insan hakları savunucusu seçildi. 1996 yılında Başkanlık Hürriyet madalyasına lâyık görüldü. 1999 yılının başında da Kongre'nin altın madalyasına hak kazandı ve bu ödülü Bill Clinton'un elinden aldı.
0 Yorum